'Yazsana şunları artık' diyen insan sayısı artıyordu ama Hazal bir türlü vakit bulup da yazamıyordu.
Merhaba.
Hiçbir konuda bahane üretmeme kararını vereli çok oldu. (Bu kararı ev ve bilgisayar arasındaki bağlantıyı çok geç kurmuş olabilmemden dolayı sadece şu anki durum için esnetebilirim.) Genellikle iş yerinde olmak üzere, 'Olmaz anam, yapılmaz' denen şeylere agresif yaklaşma gibi bir tarz geliştirdim. Bu tip durumlarda hemen aşağıdaki lafları en yakınlarıma/içime içime sıralayıveriyorum:
Nasıl olmaz?
Ne demek olmaz?
Hiç mi olmaz? Bana da mı olmaz?
İnsanlar uzaya çıktı arkadaşlar farkında mısınız? Yaşadığımız dünyanın dışında bir hayat buldu hayat!
Üzerinde kalp şekli olan bir gezegene ulaşabilmek için yıllar boyu kazındılar. 'Ulan acaba Mars'ta su var mı?' diye uğraşıp duruyorlar.
Benim için en büyük 'yapılabilir' ispatı bu. Şimdi sen bana kalkmış 'Yok, bu rapora şu başlığı ekleyemem' diyorsun. Hem de bunca teknolojinin içinde? Olacak iş değil!
İşte böyle de veryansın ettikten sonra, gelelim esas konulara.
2016 yılında bana ilginç bir hal vasıl oldu.
İçimde çok da bulunmadığını düşündüğüm, yardım etme/merhamet gibi duyguların aslında çok güçlü ölçüde var olduğunu hissettim.
Varlıklarını öğrenmem ilk olarak, (anlatmak istemiyorum ama çıkış noktasını anlamam için yazmam gerek) yılın başlarında anneannemin çok hastalandığı bir dönemde, iş çıkışı hastaneye giderken gördüğüm bir Suriyeli kadınla başladı.
9 yaşlarındaki oğluyla beraber çöp karıştırıyorlardı. Çöpten, lahmacunun yanında verilen yeşillikler vardır ya onlardan çıkarıp yemeye başladılar.
Ben bunu takside giderken belki on saniyede gördüm ama içime bir acı oturdu. Hastane çıkışı kardeşimle hamburger yiyecektik, utandım. Dönüşte onlara da bir şeyler götürmeye karar verdim.
Kardeşimle paylaştım konuyu. Hastane çıkışında hamburgerciye uğrayıp, ikisine de birer menü aldık. 'Sen götür ver, ben dayanamam' dedim.
Uzaktan izledim. Oğlu kucağında uyuyordu, yine çöpün yanında. Kardeşim gidip kadının kucağına hamburgerleri bıraktı. Kadın bir pakete, bir İpek'e baktıktan sonra ellerini göklere açıp 'Allaaah Allah' dedi ve elini kalbine bastırdı. Ardından da oğlunu uyandırdı.
Ağlamaya başladım. Dünya gerçekten çok acımasızdı. Kimse yerinden yurdundan ayrılmayı hak etmiyordu ki. İşte o günden beri dara düşene yardım etme, birilerine (yetişkin, çocuk, hayvan) umut olma gibi bir misyon edindim kendime.
'Hayatta neden var olduğunu bul' demişti Lemi Bey bana. Bunu uzun süre düşündüm ve sonunda dedim ki, ben birilerini mutlu etmek ve onlara dokunabilmek için varım. Manevi bir huzur sağlamak istiyorsam yapmam gereken tastamam da bu.
Bu nedenle TEGV'e eğitim gönüllüsü olarak başladım. Haftanın bir günü, 8-10 yaşlarındaki çocuklara İngilizce öğretiyorum. Onlar ne kadar mutlu, ne kadar dışa dönük ve kendilerine güvenli olurlarsa, biraz bile emeğim olsa mutlu olurum. Çünkü onlar kelebek etkisi gibi, o kadar çok insanın hayatına dokunacaklar ki... Çok ama çok önemli. Umarım hakkıyla altından kalkarım.
Gelelim ikinci konuya: Kitaplara.
2016 yılının başında kendime gece yatmadan önce mutlaka kitap okuma hedefi koymuştum. Bu sayede bu sene sadece 1 aylık revizyon döneminde 5 kitap bitirdim.
Fark ettim ki en çok kitapçılarda mutlu oluyorum. İstanbul Akaretler'deki Minoa cafeye gittiğimde, sanki ruhumun kapıları birer birer açılmış da hava almış gibi olmuştum. Saatlerce dolandım durdum kitapların arasında.
Bu yıl okurken en çok etkilendiğim iki kitaptan özellikle bahsetmek istiyorum.
Mavi Sürgün - Halikarnas Balıkçısı: Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın Bodrum'a nasıl sürgün edildiğinin hikayesi. Kendisi 1910 yılında Oxford'dan mezun olan, insanın görüp görebileceği en zeki ve bilge insan bence. O yılların Bodrum'unu çok merak ettim, o kadar güzel anlatmış ki. Adam adeta bir filozof, adeta bir şair. Merak eden herkes bu ilginç hikayeyi okumalı.
The Terrorist's Son: 9 dakikalık bir TED konuşması yaptı Zak Ebrahim. Sonra ben o konuşmayı arka arkaya üç kere daha izledim. O kadar etkilendim ki, yazdığı kitabı İngiltere'den getirttim.
Amerika'nın ilk teröristi olan babasının izinden gitmediğini, neden gitmediğini o kadar yalın ve içten anlatıyor ki, şaşırıp da kalıyorsunuz. Çocukluk gerçekten de bir insanın anavatanı, sevgi gerçekten de en büyük yapıştırıcı. İnsanın nefret etmekten bıkacağını, sevgiye tutunacağını hiç mi düşünemedim ben şimdiye kadar acaba?
Öyle bir kitap ki, tadına bayıldığım ve hiç bitmesin istediğim bir pastayı azar azar yer gibi, 3 haftada okudum. İlk defa bir kitap bu kadar inceyken bu kadar uzun zamanda bitti. Lisedeyken 'Şu Çılgın Türkler'i bile 1 haftada bitirmiştim oysa. Demekki iyice yerleşsin istemişim o güzel fikirleri.
Her sayfası heyecanlandırdı, bir şeyler öğretti bana.
P.S: Maya Angelou'nun Mom&Me&Mom ile Why the caged bird sings kitaplarını, iş yerinden bir arkadaşımın İspanya'ya giden eşine sipariş etmiştim. Bu yazıyı yazarken mesaj geldi 'Kitapların geliyor' diye. Bulunmuş, Allahım nasıl sevindim.
Hadi bu kadar yeter.
Herkese sevgi, saygı esenlikler efendim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder